Bazı günler bütün evi dağıtırken hayal edebiliyorum kendimi. Raflardaki her şeyi yere devirirken. Çok şükür, otokontrol sahibi bir insanım da hayalde kalıyor evi talan etmek.
Salonda oturuyor oluyorum, tesadüfmüş gibi. Önce beyaz kitaplıktan başlıyorum; şu yıllardır toplasan 30 kere kullanmadığım dev ekranın yanındaki. Üzerine özenle dizdiğim her şeyi alıp yere savuruyorum. Tam televizyonu da devirecekken gözüm yerde duran ve hep, sadece duran Buda'ya ilişiyor. Kaldırıyorum sol elimle, ağırlığı dengemi bozuyor. Ayağım yere devirdiğim eski bir kitaba takılıyor. Shelley'nin 1912 basımı kitabı. Kitabın ilk bölümü geliyor aklıma. The Daemon Of The World.
Ölüm nasıl da mükemmel,
Ölüm ve kardeşi uyku!
Oysa ne çok severim o kitabı. Buda kayıyor parmaklarımın arasından. Allah'tan tuzla buz olmuyor. Kolay temizlerim bunu diye düşünüyorum. Arkamı dönüyorum, ayaklarım benden önce biliyorlar sırada neyin olduğunu. Kırmızı raflara doğru yürüyorlar. Üç adım, bilemedin beş. Sağ elimle tek tek atıyorum aşağıya ikinci rafta dizili olanları. Kalanlar ne de çirkin duruyor. Elimle hepsini bir defada fırlatıyorum. Biraz daha uzağa gidenler, kanepenin kenarına dizdiğim yastıklara çarpıp öyle seriliyorlar yere. Hiçbirinin sayfaları arasından gizlediğim bir resim dökülmüyor, kurutulmuş bir çiçek de yok. Ne yapmışım o zaman bunca zamandır bu kitapları. Sayfaları arasında bir resim bile olmayan bu kitapları, neden özenle dizmişim ki?
Üçüncü rafta duran çalar saati fırlatmaya hazırlanırken gözüm akrebe takılıyor. Kimin aklına gelmişse böyle bir isim koymak. Neye yaklaştırıyorsa artık bizi. Neyse, zaman önemsiz, nihayetinde hayal ediyorum ve her şey göreceli. Yine de akrep nerede dururdu acaba, merak ediyor içim. Evini altüst etmeye saat kaçta karar verir ki insan?
Bir alt rafa eğilmeye üşeniyorum az sonra. En kolayı rafı toptan devirmek olacak. Çekiyorum kendime doğru ve her şey yerde.
Gözlerimin görmediği bu karmaşanın içinde arkama yaslanıyorum. Bir fren bağırıyor; motorun tekerleklerine takılıyor kulaklarım. Hava aydınlanıyor, hayır kararıyor. Ardından bir köpek havlıyor.
13 Temmuz 2013 Cumartesi
6 Kasım 2012 Salı
Resimli Adam
Illustrated Man
Bilim Kurguya Sonsuz Saygılar
Yazının başından bir
itirafta bulunmak isterim; geçen Haziran ayında hayatını kaybeden Ray Bradbury üzerine
yazılmış gecikmeli bir yazı bu. Salt
biyografik bir yazının yeterli olmayacağını düşünürken, Ağustos ayında İthaki Yayınlarından
çıkan Resimli Adam kitabi bu sorunu nihayete erdirmiş oldu. Uğursuz Bir Şey
Geliyor Bu Yana, Mars Yıllıkları ve Fahrenheit 451 gibi öykü ve romanlarından
da tanıdığımız Ray Bradbury, kimilerine göre geleceği öngörebilen, kimilerine
göre insan doğasını bilimkurgu ve korku unsurlarını kullanarak yalın bir dille
gözler önüne serebilen bir sihirbazdı. Teknolojik gelişmelerin iyiden iyiye
ivme kazandığı yirminci yüzyılda doğmuş ve bu gelişmelerin sonucu olan değişime,
Amerikan topraklarında tanıklık etmişti. Teknolojinin neredeyse savaşla özdeşleştiği
bu yüzyıl, önce Birinci Dünya Savaşı, ardından İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş
ve bunların yani sıra küresel bir ekonomik kriz ile ilk yarısını geride bırakmıştı.
İnsanlığın teknoloji ile imtihanı niteliğindeki bu dönem, önceki yüzyıl
bilimkurgu edebiyatına hakim olan keşfedilmemişin heyecan ve yer yer korku uyandıran
gizemini, daha gerçekçi bir düzleme taşımıştı kuşkusuz. Artık keşif sadece uzak
dünyaların ve canlıların keşfi değil, endüstrileşme
ve teknolojik gelişmelerin yaratıcısı ve de kurbanı rolündeki insanoğlunun
değişen iç dünyasının keşfi anlamına da geliyordu. Bradbury’nin hikâye ve romanlarında
da okurun sıkça karşılaştığı bu temalar, toplam on sekiz öyküden oluşan Resimli Adam’da
olabildiğine akıcı bir dille ve tam da kitabın adinin ima ettiği gibi
resimlerle bir film şeridini anımsatırcasına çıkıyor karşımıza.
Kitap, sahne perdesi
misali sıkı sıkıya ‘iliklenmiş’ gömleğinin ardında neler gizlediğini bilemediğimiz
Resimli Adamın kısa hikâyesiyle başlıyor. Bir adam hayal edin; bütün vücudu -popüler
kültür sağ olsun- şimdi hepimizin aşina olduğu aynı bir ‘yakuza’ vücudu misali, tepeden tırnağa
dövmeyle kaplı. Bradbury’nin bu dövmelere neden resim demeyi seçtiğini ise çok
geçmeden, yüzümüze yayılan bir tebessüm eşliğinde keşfediyoruz. Rouault’un ve
Picasso’nun yalın ama bir o kadar da çarpıcı ve gerçekçi renklerine ve El
Greco’nun hipnotize edici figürlerine benzetilen resimlerin ay ışığında hayat bulmasıyla
hikâye anlatıcısının gözlerinden geleceği seyre dalıyoruz. Çocuklarına her
şeyin en iyisini vermek isterken onları insan doğasının önemli parçalarından
biri olan aile kavramından yoksun bırakan ebeveynlerin öyküsünü, arka odalardan
gelen çığlıklar ve kükremeler eşliğinde izliyoruz. Kitabin içindeki hikâyeler,
uzak ama yakin dünyalara taşıyor okuyucuyu. Yeni neslin değişen dünyayı
sembolize ettiği Başlama Saati’nde, yeninin eskiyi katledişine; Dünyanın Son
Gecesi‘nde insan eliyle gelen ölüm ve yıkımın, sonrasında korkuyu ve endişeyi
nasıl da toplumsal birer deneyime dönüştürdüğüne tanıklık ediyoruz. Bizleri
Shakespear’in, Poe’nun, Lovecraft’in, Stoker’in ve daha nicelerinin selamladığı
Sürgünler’de geçmişten geleceğe karanlık ama sarkastik bir yolculuğa çıkıyoruz.
Kendi geleceğinden ya da tabir-i caiz ise kaderinden kaçan hikâye anlatıcısının
öyküsü ve akıllarımızda usul usul gezinen pek çok soru eşliğinde kapanıyor
perdeler.
İkarus’un düşüşünden,
kolonicinin korkularına, geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalan benliklerden,
teknolojinin yok ettiği hayal gücüne kadar neredeyse her detayın bir göndermeye
ve sembole dönüştüğü hikâyelerde, değişen dünya ile başkalaşan varoluşsal
sorular yer yer nostaljik, yer yer hüzün ile yazılmış birer resme dönüşüyor. Sayfalar
arasında gezinirken dünyanın bir kavram olarak dün ve bugün neyi temsil
ettiğini; insanlığın ve teknolojinin evrimlerini bir arada sürdürüp sürdüremeyeceklerini
sorgulamaktan ise alamıyor insan kendisini.
Bradbury’nin bilimkurguyu böylesine insancıl ve gerçekçi kılabilmesinin nedenlerinden biri olan distopik anlatımı umut ile harmanlayabilme becerisi, kitabin sayfalarında içten bir inatla tekrar tekrar çıkıyor karşımıza. Belki de bu sebeple, zaman zaman çevirinin kitabin orijinal diline ayak uyduramadığını hissettiğimde kırılıyor kalbim. Hikâyeleri okurken Resimli Adamın, insanoğlunun kendisinden uzaklaşma tarihini sembolize ediyor olabileceğini düşünmeden edemiyorum öte yandan. Biçim değiştiren bu yeni dünyaya, yeni gözlerle bakabilmenin önemini, bu yeniliğin içinde iyi ve kötü, doğru ve yanlış tanımlarının da gözden geçirilmesi gerektiğini sosyokritiği hikâyeleştiren üslubu ile gözler önüne seren Bradbury’nin, bilimkurgunun ciddiye alınır bir türe dönüşmesindeki rolünün neden bu denli büyük olduğunu anlamak da kolaylaşıyor.
Bradbury’nin bilimkurguyu böylesine insancıl ve gerçekçi kılabilmesinin nedenlerinden biri olan distopik anlatımı umut ile harmanlayabilme becerisi, kitabin sayfalarında içten bir inatla tekrar tekrar çıkıyor karşımıza. Belki de bu sebeple, zaman zaman çevirinin kitabin orijinal diline ayak uyduramadığını hissettiğimde kırılıyor kalbim. Hikâyeleri okurken Resimli Adamın, insanoğlunun kendisinden uzaklaşma tarihini sembolize ediyor olabileceğini düşünmeden edemiyorum öte yandan. Biçim değiştiren bu yeni dünyaya, yeni gözlerle bakabilmenin önemini, bu yeniliğin içinde iyi ve kötü, doğru ve yanlış tanımlarının da gözden geçirilmesi gerektiğini sosyokritiği hikâyeleştiren üslubu ile gözler önüne seren Bradbury’nin, bilimkurgunun ciddiye alınır bir türe dönüşmesindeki rolünün neden bu denli büyük olduğunu anlamak da kolaylaşıyor.
XOXO The Mag
Ekim 2012
*Fotoğraf: Alan Light
Mottolarla Yaşıyoruz
Mottolarla Yaşıyoruz
Benim Doğrum Herkesin Doğrusu Olmalı
Her şey 1966 yılında,
altı kişilik Clutter ailesinin dört ferdinin oldukça kanlı bir cinayete kurban
gitmesiyle başlar. Cinayet haberini
gördüğünde çok etkilenen Truman Capote, yanına arkadaşı Harper Lee’yi - Bülbülü
Öldürmek kitabinin yazarı- de alarak Kansas’a doğru yola çıkar. Bu yolculuğun
meyvesi ise yaklaşık altı yıl sonra, 1966 yılında kitaplaştırılarak, In Cold
Blood (Soğukkanlılıkla) adıyla yayımlanır. Kitabin o dönemde yeni sayılabilecek
bir türün tanınmasına ve kabul görmesine ön ayak olması, yer yer sert eleştirilerin
kurbanı olmasını engelleyemez. Kimilerine göre Capote’nin yazarlık kariyerinin bitişinin
kanıtı mahiyetindedir kitap. Kimilerine göre ise yazarlık ve Capote çok uzaktır
birbirinden. Benzer eleştirilerin arasında en dikkat çekici olanı, Capote’nin çağdaşı
William S. Burroughs’dan gelir. Yazarın Capote’ye yazdığın mektubun tonu ilk birkaç
satırdan sonra neredeyse ölümcüldür. Serttir; tavrı, durusu oldukça nettir ve
son derece kabadır. Burroughs’a göre Capote, kariyerinin başlarında gelecek
vaat eder aslında ama In Cold Blood ile kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve Capote
vasatlığını gözler önüne sermiştir. Burroughs bununla da yetinmez, kitabi okunamayacak
kadar sıkıcı olarak tanımlarken, yazarı Amerika’yı bir polis devletine dönüştürmek
isteyenlerin hizmetkârı ve bir apolojist olmakla itham eder.
Peki, ne olmuştur
da Burroughs başka bir yazara böylesine acımasız bir mektup yazmak ihtiyacını duymuştur? Tanışmalarından önce Burroughs’a bir dostu, Capote’nin oldukça güzel bir adam olduğunu
söyler, ancak Burroughs Capote’den hiç etkilenmez. İki yazar arasındaki sürtüşme,
Capote’nin şöhrete kavuşmasından ve özellikle 1959 yılında Open End isimli talk
show programında Beat kuşağı yazarlarını ve Jack Kerouac’i hedef alan
açıklamalarıyla alevlenir. Capote, Kerouac’in ve Beat Kuşağı yazarlarının birer
‘daktilocudan’ öteye gidemediklerini söyler. Bu iki yazarın karakterleri taban
tabana zıttır neredeye; Capote şöhrete aşık bir yazardır. Burroughs, 1960 Amerika’sının
yazarlarının özel hayatlarını didik didik eden bu paparazzi tavrından uzak durmayı
ve tabir-i caizse özgürce koşmayı seçer. Capote hayatini gözler önünde yaşamaktan
zevk aldığını açık açık söylemekten çekinmez. Zaman zaman yaptığı
mütevazılıktan yoksun açıklamaları ile Burroughs ve bazı yazarlarla arasının
iyiden iyiye açılmasına sebep olur. Peki, Burroughs Capote ile ilgili
düşündüklerinde biraz da olsun hakli olabilir mi?
Capote, kurgusal olmayan ve gerçeğe
dayalı roman türünün tanınmasına vesile olmuştur ancak türün ilk örneğini yazdığını iddia etmekten çekinmez ve İngiliz yazar Denton
Welch’ten esinlendiği söylentilerini tamamen görmezden gelmeyi seçer. Burroughs’un
Capote’ye mektubunda, “aslında sana ait
olmayan bir yeteneği satmayı seçmiş olman […]” cümlesi de tam bu bağlamda
anlam kazanmaktadır. Tüm bunlara rağmen Capote, dönemin popüler edebiyat ve
sanat çevrelerine dahil olmayı başarır. Kerouac, Burroughs ve Allen Ginsberg arasındaki
mektuplaşmalarda Kerouac’ın ve Burroughs’un bu duruma içerledikleri dikkatli
gözlerden kaçmayacaktır. Kimilerine göre, Burroughs’un lanetine uğrayan
Capote’nin yazım kariyeri In Cold Blood ile gerçekten de son bulur: In Cold
Blood’un bu denli farklı tartışmalara zemin hazırlamasının nedenlerinden akla
ilk geleni, gerçeğe dayalı bu hikayenin dönemin sansasyon yaratan haberlerinden
biri olması olabilir. Capote’nin şöhret ve ün meraklısı kişiliği de göz önünde bulundurulduğunda,
insanin aklına ister istemez Capote’nin In Cold Blood'ı salt edebiyat aşkı ile değil,
aksine Amerikalıların tüketim tutkusunu ateşleyecek bir ürün ortaya çıkarmak
arzusuyla da yazmış olabileceği gelir.
Edebiyat veya genel tanımıyla sanat,
politik bir dışa vurum, bir duruş olabiliyorsa, üretilen bu nesnenin tercümesi
ve yorumunun da politik olması mümkün olabilir. Her iki karakter de farklı duruşları temsil
eder gibi görünseler de, ortada oldukça önemli bir benzerlik olduğunu unutmamak
gerekir: Her iki yazarda birbirlerini yargılamayı ve eleştirmeyi ayni
‘politik-doğrucu’ tavırla yapar. Burroughs Capote’yi, Capote ise Burroughs’u ve
bazı diğer Beat Kuşağı yazarlarını ötekileştirmekten ve yargılamaktan çekinmez.
Her ikisi de kendi doğrularına oldukça sadıktırlar bu açıdan. Bunun yani sıra
her iki yazar da neredeyse yasam engellidirler; mutsuz, içerleyen ve bunu kendi
çevrelerinde dile getirmekten çekinmeyen karakterler izlenimini yaratırlar. Her
ikisinin de hayatları yazmak üzerine kuruludur, dolayısıyla genel anlamda
birbirlerinin yasam biçimlerini tehdit eder konumdadırlar, her ikisi de düzen
bozucudur bu açıdan. Farklı bağlamlarda olsa dahi, bugün tarih de bazı
açılardan tekerrür eder nitelikte. Dün onlar birbirlerini yargılayıp, infaz
etmeye can atarken, bugün başka doğrucular da, onları ve onların okuyucularını
ötekileştirip yargılamak, onlar üzerinden kendilerini ve duruşlarını iyiden
iyiye pekiştirmek ve göstermek çabasında gibidir. Dünün ve bugünün doğrucularını
birbirinden ayıran şey ise bir tarafın mahkemeye gidebilecek istek ve güce
sahip olmasıdır belki de. Geçmişten bugüne yankılanmaya devam eden, ‘benim doğrum,
herkesin doğrusu olmalı’ mottosuna dayanan bu tutumun, bizlerin de hala saygı ve toleransa uzak olduğunun kanıtı olabilir.
XOXO The Mag
Eylül 2012
*Illüstrasyon: Güneş Engin
*Illüstrasyon: Güneş Engin
Pigme
PİGME
Bana Kısaca Böyle
Seslenin Lütfen!
Türkçeye kısa bir süre
önce çevrilen Pigme, Palahniuk'un orijinali 2009 Mayıs'ında yayınlanan onuncu
romanı. Bir tarafta sol eliyle kopmuş sağ elini havaya kaldırmış ve bir yere
hücum edercesine koşan ufak tefek, çekik gözlü, boydan boya kırmızı bir erkek,
diğer tarafta ise Amerikan bayrağını anımsatan bir desenin üzerine iliştirilmiş
küçük, yüzleri görünmeyen, karateci erkekler. Ve ancak kitap okunduktan sonra
kapağa ne sebeple yerleştirildiği tahmin edilebilen, ufak tefek bir kadın
figürüyle okuyucuyu tavlamaya çalışan kapak tasarımları bahse değer. Keza
orijinal kapağın Palahniuk'çu tavrından yoksun Türkçe kapak, Palahniuk'un kaba
anlatımını ve tarzını yumuşatmak ister nitelikte sanki. Tabii söz konusu olan
isim Palahniuk olunca, bahsi geçen kitabın karanlık ve bir o kadar da rahatsız
edici olması kaçınılmaz bir hal alıyor. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu
yumurtadan çıkmıştır sorusunu alıp, sistem ve insan denklemine uyarlayan
Palahniuk, “küçükler de acımasız olabilir” mottosuyla ördüğü hikayesinde,
önceki romanlarında da yer alan benzer bir temayı, mevcut ideolojileri
eleştirmeyi ve bunun yanı sıra, ‘ağaç yaş iken eğilir’ deyimini tasdiklemeyi kendine
görev edinmiş gibi görünüyor.
Özetle kitap, günümüz
coğrafyasının üçüncü dünya ülkeleri harmanından yaratılmış isimsiz bir ülkenin,
askeri eğitime tabi tuttuğu 67 numaralı ajanı pigmenin, Kargaşa Operasyonunu
hayata geçirmek üzere düşman ülke ABD’ye gelişini konu alıyor. Pigme, 13
yaşlarında, eğitimi dolayısıyla şiddettin her türlüsüne açık, acımasız bir ajan
olarak tasvir edilirken, ‘bozuk’ ve çocuksu İngilizcesiyle okurlara ABD’yi ve
karşılaştığı Amerikalıları rapor ediyor. Roman; sarkastik, sivri ve yer yer
mideyi zorlayan anlatımıyla, pigmenin gözünden toplumsal bir eleştiri sunarken,
sınır tanımaz bir tutum içine bürünüyor.
Zaman zaman William
Golding'in 'Sineklerin Tanrısı' kitabını anımsatan hikaye, her ne kadar
Palahniuk'un sıklıkla eleştirdiği temaları yeniden ele alıyor gibi görünse de,
yenilikten yoksun ve tekerrürden ibaret eleştirilerinin biraz abartıldığını
söylemek mümkün. Yazar alıştığımız post-modern tarzına ek olarak, dili ve
anlatımı karikatürleştiren karakterleri, pigmeye armağanı diyebileceğimiz
yamalı İngilizcesi, doğal sesleri yansıtan kelimeleri ile okurlarına anlatmak
istediklerini gerçek suretleriyle tasvir etmeyi, mizahı ve şiirsel diliyle
başarıyor. ‘Yoz’ olanı yok etmek üzere yetiştirilmiş, tecavüzü sindirmenin, şiddettin
ve hatta asimilasyonun olağan bir parçası olarak benimseyen pigmenin gözünden
totaliter rejimlere ve kapitalizme, dine ve tüketim arzusuna tabir-i caiz ise ‘giydirdikçe
giydiriyor’ Palahniuk. 13 yaşındaki pigmenin ağzından bu eleştirilere tanıklık
etmek her ne kadar rahatsızlık verici olsa da, Palahniuk sevenlerden iseniz
kitabı zevkle okuyacağınıza bahse girerim, ancak ne olur ne olmaz kitaba temkinli
yaklaşmanızda, bir iki adet mide ilacını yanınızdan eksik etmemenizde fayda var
derim.
XOXO The Mag
Temmuz/Ağustos 2012
*Kapak İllüstrasyonu Sevinç Altan; Kapak Tasarımı Deniz Çelikoğlu; Ayrıntı Yayınları 2012
*Kapak İllüstrasyonu Sevinç Altan; Kapak Tasarımı Deniz Çelikoğlu; Ayrıntı Yayınları 2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)