6 Kasım 2012 Salı

Resimli Adam



Illustrated Man
Bilim Kurguya Sonsuz Saygılar

Yazının başından bir itirafta bulunmak isterim; geçen Haziran ayında hayatını kaybeden Ray Bradbury üzerine yazılmış gecikmeli bir yazı bu.  Salt biyografik bir yazının yeterli olmayacağını düşünürken, Ağustos ayında İthaki Yayınlarından çıkan Resimli Adam kitabi bu sorunu nihayete erdirmiş oldu. Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana, Mars Yıllıkları ve Fahrenheit 451 gibi öykü ve romanlarından da tanıdığımız Ray Bradbury, kimilerine göre geleceği öngörebilen, kimilerine göre insan doğasını bilimkurgu ve korku unsurlarını kullanarak yalın bir dille gözler önüne serebilen bir sihirbazdı. Teknolojik gelişmelerin iyiden iyiye ivme kazandığı yirminci yüzyılda doğmuş ve bu gelişmelerin sonucu olan değişime, Amerikan topraklarında tanıklık etmişti. Teknolojinin neredeyse savaşla özdeşleştiği bu yüzyıl, önce Birinci Dünya Savaşı, ardından İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve bunların yani sıra küresel bir ekonomik kriz ile ilk yarısını geride bırakmıştı. İnsanlığın teknoloji ile imtihanı niteliğindeki bu dönem, önceki yüzyıl bilimkurgu edebiyatına hakim olan keşfedilmemişin heyecan ve yer yer korku uyandıran gizemini, daha gerçekçi bir düzleme taşımıştı kuşkusuz. Artık keşif sadece uzak dünyaların ve canlıların keşfi değil,  endüstrileşme ve teknolojik gelişmelerin yaratıcısı ve de kurbanı rolündeki insanoğlunun değişen iç dünyasının keşfi anlamına da geliyordu. Bradbury’nin hikâye ve romanlarında da okurun sıkça karşılaştığı bu temalar,  toplam on sekiz öyküden oluşan Resimli Adam’da olabildiğine akıcı bir dille ve tam da kitabın adinin ima ettiği gibi resimlerle bir film şeridini anımsatırcasına çıkıyor karşımıza.  

Kitap, sahne perdesi misali sıkı sıkıya ‘iliklenmiş’ gömleğinin ardında neler gizlediğini bilemediğimiz Resimli Adamın kısa hikâyesiyle başlıyor. Bir adam hayal edin; bütün vücudu -popüler kültür sağ olsun- şimdi hepimizin aşina olduğu aynı  bir ‘yakuza’ vücudu misali, tepeden tırnağa dövmeyle kaplı. Bradbury’nin bu dövmelere neden resim demeyi seçtiğini ise çok geçmeden, yüzümüze yayılan bir tebessüm eşliğinde keşfediyoruz. Rouault’un ve Picasso’nun yalın ama bir o kadar da çarpıcı ve gerçekçi renklerine ve El Greco’nun hipnotize edici figürlerine benzetilen resimlerin ay ışığında hayat bulmasıyla hikâye anlatıcısının gözlerinden geleceği seyre dalıyoruz. Çocuklarına her şeyin en iyisini vermek isterken onları insan doğasının önemli parçalarından biri olan aile kavramından yoksun bırakan ebeveynlerin öyküsünü, arka odalardan gelen çığlıklar ve kükremeler eşliğinde izliyoruz. Kitabin içindeki hikâyeler, uzak ama yakin dünyalara taşıyor okuyucuyu. Yeni neslin değişen dünyayı sembolize ettiği Başlama Saati’nde, yeninin eskiyi katledişine; Dünyanın Son Gecesi‘nde insan eliyle gelen ölüm ve yıkımın, sonrasında korkuyu ve endişeyi nasıl da toplumsal birer deneyime dönüştürdüğüne tanıklık ediyoruz. Bizleri Shakespear’in, Poe’nun, Lovecraft’in, Stoker’in ve daha nicelerinin selamladığı Sürgünler’de geçmişten geleceğe karanlık ama sarkastik bir yolculuğa çıkıyoruz. Kendi geleceğinden ya da tabir-i caiz ise kaderinden kaçan hikâye anlatıcısının öyküsü ve akıllarımızda usul usul gezinen pek çok soru eşliğinde kapanıyor perdeler.

İkarus’un düşüşünden, kolonicinin korkularına, geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalan benliklerden, teknolojinin yok ettiği hayal gücüne kadar neredeyse her detayın bir göndermeye ve sembole dönüştüğü hikâyelerde, değişen dünya ile başkalaşan varoluşsal sorular yer yer nostaljik, yer yer hüzün ile yazılmış birer resme dönüşüyor. Sayfalar arasında gezinirken dünyanın bir kavram olarak dün ve bugün neyi temsil ettiğini; insanlığın ve teknolojinin evrimlerini bir arada sürdürüp sürdüremeyeceklerini sorgulamaktan ise alamıyor insan kendisini.

Bradbury’nin bilimkurguyu böylesine insancıl ve gerçekçi kılabilmesinin nedenlerinden biri olan distopik anlatımı umut ile harmanlayabilme becerisi, kitabin sayfalarında içten bir inatla tekrar tekrar çıkıyor karşımıza. Belki de bu sebeple, zaman zaman çevirinin kitabin orijinal diline ayak uyduramadığını hissettiğimde kırılıyor kalbim. Hikâyeleri okurken Resimli Adamın, insanoğlunun kendisinden uzaklaşma tarihini sembolize ediyor olabileceğini düşünmeden edemiyorum öte yandan. Biçim değiştiren bu yeni dünyaya, yeni gözlerle bakabilmenin önemini, bu yeniliğin içinde iyi ve kötü, doğru ve yanlış tanımlarının da gözden geçirilmesi gerektiğini sosyokritiği hikâyeleştiren üslubu ile gözler önüne seren Bradbury’nin, bilimkurgunun ciddiye alınır bir türe dönüşmesindeki rolünün neden bu denli büyük olduğunu anlamak da kolaylaşıyor.


XOXO The Mag
Ekim 2012

*Fotoğraf: Alan Light
 

Mottolarla Yaşıyoruz

Mottolarla Yaşıyoruz 
Benim Doğrum Herkesin Doğrusu Olmalı

Her şey 1966 yılında, altı kişilik Clutter ailesinin dört ferdinin oldukça kanlı bir cinayete kurban gitmesiyle başlar. Cinayet haberini gördüğünde çok etkilenen Truman Capote, yanına arkadaşı Harper Lee’yi - Bülbülü Öldürmek kitabinin yazarı- de alarak Kansas’a doğru yola çıkar. Bu yolculuğun meyvesi ise yaklaşık altı yıl sonra, 1966 yılında kitaplaştırılarak, In Cold Blood (Soğukkanlılıkla) adıyla yayımlanır. Kitabin o dönemde yeni sayılabilecek bir türün tanınmasına ve kabul görmesine ön ayak olması, yer yer sert eleştirilerin kurbanı olmasını engelleyemez. Kimilerine göre Capote’nin yazarlık kariyerinin bitişinin kanıtı mahiyetindedir kitap. Kimilerine göre ise yazarlık ve Capote çok uzaktır birbirinden. Benzer eleştirilerin arasında en dikkat çekici olanı, Capote’nin çağdaşı William S. Burroughs’dan gelir. Yazarın Capote’ye yazdığın mektubun tonu ilk birkaç satırdan sonra neredeyse ölümcüldür. Serttir; tavrı, durusu oldukça nettir ve son derece kabadır. Burroughs’a göre Capote, kariyerinin başlarında gelecek vaat eder aslında ama In Cold Blood ile kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve Capote vasatlığını gözler önüne sermiştir. Burroughs bununla da yetinmez, kitabi okunamayacak kadar sıkıcı olarak tanımlarken, yazarı Amerika’yı bir polis devletine dönüştürmek isteyenlerin hizmetkârı ve bir apolojist olmakla itham eder. 

Peki, ne olmuştur da Burroughs başka bir yazara böylesine acımasız bir mektup yazmak ihtiyacını duymuştur? Tanışmalarından önce Burroughs’a bir dostu, Capote’nin oldukça güzel bir adam olduğunu söyler, ancak Burroughs Capote’den hiç etkilenmez. İki yazar arasındaki sürtüşme, Capote’nin şöhrete kavuşmasından ve özellikle 1959 yılında Open End isimli talk show programında Beat kuşağı yazarlarını ve Jack Kerouac’i hedef alan açıklamalarıyla alevlenir. Capote, Kerouac’in ve Beat Kuşağı yazarlarının birer ‘daktilocudan’ öteye gidemediklerini söyler. Bu iki yazarın karakterleri taban tabana zıttır neredeye; Capote şöhrete aşık bir yazardır. Burroughs, 1960 Amerika’sının yazarlarının özel hayatlarını didik didik eden bu paparazzi tavrından uzak durmayı ve tabir-i caizse özgürce koşmayı seçer. Capote hayatini gözler önünde yaşamaktan zevk aldığını açık açık söylemekten çekinmez. Zaman zaman yaptığı mütevazılıktan yoksun açıklamaları ile Burroughs ve bazı yazarlarla arasının iyiden iyiye açılmasına sebep olur. Peki, Burroughs Capote ile ilgili düşündüklerinde biraz da olsun hakli olabilir mi?

Capote, kurgusal olmayan ve gerçeğe dayalı roman türünün tanınmasına vesile olmuştur ancak türün ilk örneğini yazdığını iddia etmekten çekinmez ve İngiliz yazar Denton Welch’ten esinlendiği söylentilerini tamamen görmezden gelmeyi seçer. Burroughs’un Capote’ye mektubunda, “aslında sana ait olmayan bir yeteneği satmayı seçmiş olman […]” cümlesi de tam  bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Tüm bunlara rağmen Capote, dönemin popüler edebiyat ve sanat çevrelerine dahil olmayı başarır. Kerouac, Burroughs ve Allen Ginsberg arasındaki mektuplaşmalarda Kerouac’ın ve Burroughs’un bu duruma içerledikleri dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Kimilerine göre, Burroughs’un lanetine uğrayan Capote’nin yazım kariyeri In Cold Blood ile gerçekten de son bulur: In Cold Blood’un bu denli farklı tartışmalara zemin hazırlamasının nedenlerinden akla ilk geleni, gerçeğe dayalı bu hikayenin dönemin sansasyon yaratan haberlerinden biri olması olabilir. Capote’nin şöhret ve ün meraklısı kişiliği de göz önünde bulundurulduğunda, insanin aklına ister istemez Capote’nin In Cold Blood'ı salt edebiyat aşkı ile değil, aksine Amerikalıların tüketim tutkusunu ateşleyecek bir ürün ortaya çıkarmak arzusuyla da yazmış olabileceği gelir. 

Edebiyat veya genel tanımıyla sanat, politik bir dışa vurum, bir duruş olabiliyorsa, üretilen bu nesnenin tercümesi ve yorumunun da politik olması mümkün olabilir.  Her iki karakter de farklı duruşları temsil eder gibi görünseler de, ortada oldukça önemli bir benzerlik olduğunu unutmamak gerekir: Her iki yazarda birbirlerini yargılamayı ve eleştirmeyi ayni ‘politik-doğrucu’ tavırla yapar. Burroughs Capote’yi, Capote ise Burroughs’u ve bazı diğer Beat Kuşağı yazarlarını ötekileştirmekten ve yargılamaktan çekinmez. Her ikisi de kendi doğrularına oldukça sadıktırlar bu açıdan. Bunun yani sıra her iki yazar da neredeyse yasam engellidirler; mutsuz, içerleyen ve bunu kendi çevrelerinde dile getirmekten çekinmeyen karakterler izlenimini yaratırlar. Her ikisinin de hayatları yazmak üzerine kuruludur, dolayısıyla genel anlamda birbirlerinin yasam biçimlerini tehdit eder konumdadırlar, her ikisi de düzen bozucudur bu açıdan. Farklı bağlamlarda olsa dahi, bugün tarih de bazı açılardan tekerrür eder nitelikte. Dün onlar birbirlerini yargılayıp, infaz etmeye can atarken, bugün başka doğrucular da, onları ve onların okuyucularını ötekileştirip yargılamak, onlar üzerinden kendilerini ve duruşlarını iyiden iyiye pekiştirmek ve göstermek çabasında gibidir. Dünün ve bugünün doğrucularını birbirinden ayıran şey ise bir tarafın mahkemeye gidebilecek istek ve güce sahip olmasıdır belki de. Geçmişten bugüne yankılanmaya devam eden, ‘benim doğrum, herkesin doğrusu olmalı’ mottosuna dayanan bu tutumun, bizlerin de hala saygı ve toleransa uzak olduğunun kanıtı olabilir.



XOXO The Mag

Eylül 2012


*Illüstrasyon: Güneş Engin

Pigme



PİGME
Bana Kısaca Böyle Seslenin Lütfen!

Türkçeye kısa bir süre önce çevrilen Pigme, Palahniuk'un orijinali 2009 Mayıs'ında yayınlanan onuncu romanı. Bir tarafta sol eliyle kopmuş sağ elini havaya kaldırmış ve bir yere hücum edercesine koşan ufak tefek, çekik gözlü, boydan boya kırmızı bir erkek, diğer tarafta ise Amerikan bayrağını anımsatan bir desenin üzerine iliştirilmiş küçük, yüzleri görünmeyen, karateci erkekler. Ve ancak kitap okunduktan sonra kapağa ne sebeple yerleştirildiği tahmin edilebilen, ufak tefek bir kadın figürüyle okuyucuyu tavlamaya çalışan kapak tasarımları bahse değer. Keza orijinal kapağın Palahniuk'çu tavrından yoksun Türkçe kapak, Palahniuk'un kaba anlatımını ve tarzını yumuşatmak ister nitelikte sanki. Tabii söz konusu olan isim Palahniuk olunca, bahsi geçen kitabın karanlık ve bir o kadar da rahatsız edici olması kaçınılmaz bir hal alıyor. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkmıştır sorusunu alıp, sistem ve insan denklemine uyarlayan Palahniuk, “küçükler de acımasız olabilir” mottosuyla ördüğü hikayesinde, önceki romanlarında da yer alan benzer bir temayı, mevcut ideolojileri eleştirmeyi ve bunun yanı sıra, ‘ağaç yaş iken eğilir’ deyimini tasdiklemeyi kendine görev edinmiş gibi görünüyor.

Özetle kitap, günümüz coğrafyasının üçüncü dünya ülkeleri harmanından yaratılmış isimsiz bir ülkenin, askeri eğitime tabi tuttuğu 67 numaralı ajanı pigmenin, Kargaşa Operasyonunu hayata geçirmek üzere düşman ülke ABD’ye gelişini konu alıyor. Pigme, 13 yaşlarında, eğitimi dolayısıyla şiddettin her türlüsüne açık, acımasız bir ajan olarak tasvir edilirken, ‘bozuk’ ve çocuksu İngilizcesiyle okurlara ABD’yi ve karşılaştığı Amerikalıları rapor ediyor. Roman; sarkastik, sivri ve yer yer mideyi zorlayan anlatımıyla, pigmenin gözünden toplumsal bir eleştiri sunarken, sınır tanımaz bir tutum içine bürünüyor.

Zaman zaman William Golding'in 'Sineklerin Tanrısı' kitabını anımsatan hikaye, her ne kadar Palahniuk'un sıklıkla eleştirdiği temaları yeniden ele alıyor gibi görünse de, yenilikten yoksun ve tekerrürden ibaret eleştirilerinin biraz abartıldığını söylemek mümkün. Yazar alıştığımız post-modern tarzına ek olarak, dili ve anlatımı karikatürleştiren karakterleri, pigmeye armağanı diyebileceğimiz yamalı İngilizcesi, doğal sesleri yansıtan kelimeleri ile okurlarına anlatmak istediklerini gerçek suretleriyle tasvir etmeyi, mizahı ve şiirsel diliyle başarıyor. ‘Yoz’ olanı yok etmek üzere yetiştirilmiş, tecavüzü sindirmenin, şiddettin ve hatta asimilasyonun olağan bir parçası olarak benimseyen pigmenin gözünden totaliter rejimlere ve kapitalizme, dine ve tüketim arzusuna tabir-i caiz ise ‘giydirdikçe giydiriyor’ Palahniuk. 13 yaşındaki pigmenin ağzından bu eleştirilere tanıklık etmek her ne kadar rahatsızlık verici olsa da, Palahniuk sevenlerden iseniz kitabı zevkle okuyacağınıza bahse girerim, ancak ne olur ne olmaz kitaba temkinli yaklaşmanızda, bir iki adet mide ilacını yanınızdan eksik etmemenizde fayda var derim.

XOXO The Mag
Temmuz/Ağustos 2012


*Kapak İllüstrasyonu Sevinç Altan; Kapak Tasarımı Deniz Çelikoğlu; Ayrıntı Yayınları 2012