Mottolarla Yaşıyoruz
Benim Doğrum Herkesin Doğrusu Olmalı
Her şey 1966 yılında,
altı kişilik Clutter ailesinin dört ferdinin oldukça kanlı bir cinayete kurban
gitmesiyle başlar. Cinayet haberini
gördüğünde çok etkilenen Truman Capote, yanına arkadaşı Harper Lee’yi - Bülbülü
Öldürmek kitabinin yazarı- de alarak Kansas’a doğru yola çıkar. Bu yolculuğun
meyvesi ise yaklaşık altı yıl sonra, 1966 yılında kitaplaştırılarak, In Cold
Blood (Soğukkanlılıkla) adıyla yayımlanır. Kitabin o dönemde yeni sayılabilecek
bir türün tanınmasına ve kabul görmesine ön ayak olması, yer yer sert eleştirilerin
kurbanı olmasını engelleyemez. Kimilerine göre Capote’nin yazarlık kariyerinin bitişinin
kanıtı mahiyetindedir kitap. Kimilerine göre ise yazarlık ve Capote çok uzaktır
birbirinden. Benzer eleştirilerin arasında en dikkat çekici olanı, Capote’nin çağdaşı
William S. Burroughs’dan gelir. Yazarın Capote’ye yazdığın mektubun tonu ilk birkaç
satırdan sonra neredeyse ölümcüldür. Serttir; tavrı, durusu oldukça nettir ve
son derece kabadır. Burroughs’a göre Capote, kariyerinin başlarında gelecek
vaat eder aslında ama In Cold Blood ile kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve Capote
vasatlığını gözler önüne sermiştir. Burroughs bununla da yetinmez, kitabi okunamayacak
kadar sıkıcı olarak tanımlarken, yazarı Amerika’yı bir polis devletine dönüştürmek
isteyenlerin hizmetkârı ve bir apolojist olmakla itham eder.
Peki, ne olmuştur
da Burroughs başka bir yazara böylesine acımasız bir mektup yazmak ihtiyacını duymuştur? Tanışmalarından önce Burroughs’a bir dostu, Capote’nin oldukça güzel bir adam olduğunu
söyler, ancak Burroughs Capote’den hiç etkilenmez. İki yazar arasındaki sürtüşme,
Capote’nin şöhrete kavuşmasından ve özellikle 1959 yılında Open End isimli talk
show programında Beat kuşağı yazarlarını ve Jack Kerouac’i hedef alan
açıklamalarıyla alevlenir. Capote, Kerouac’in ve Beat Kuşağı yazarlarının birer
‘daktilocudan’ öteye gidemediklerini söyler. Bu iki yazarın karakterleri taban
tabana zıttır neredeye; Capote şöhrete aşık bir yazardır. Burroughs, 1960 Amerika’sının
yazarlarının özel hayatlarını didik didik eden bu paparazzi tavrından uzak durmayı
ve tabir-i caizse özgürce koşmayı seçer. Capote hayatini gözler önünde yaşamaktan
zevk aldığını açık açık söylemekten çekinmez. Zaman zaman yaptığı
mütevazılıktan yoksun açıklamaları ile Burroughs ve bazı yazarlarla arasının
iyiden iyiye açılmasına sebep olur. Peki, Burroughs Capote ile ilgili
düşündüklerinde biraz da olsun hakli olabilir mi?
Capote, kurgusal olmayan ve gerçeğe
dayalı roman türünün tanınmasına vesile olmuştur ancak türün ilk örneğini yazdığını iddia etmekten çekinmez ve İngiliz yazar Denton
Welch’ten esinlendiği söylentilerini tamamen görmezden gelmeyi seçer. Burroughs’un
Capote’ye mektubunda, “aslında sana ait
olmayan bir yeteneği satmayı seçmiş olman […]” cümlesi de tam bu bağlamda
anlam kazanmaktadır. Tüm bunlara rağmen Capote, dönemin popüler edebiyat ve
sanat çevrelerine dahil olmayı başarır. Kerouac, Burroughs ve Allen Ginsberg arasındaki
mektuplaşmalarda Kerouac’ın ve Burroughs’un bu duruma içerledikleri dikkatli
gözlerden kaçmayacaktır. Kimilerine göre, Burroughs’un lanetine uğrayan
Capote’nin yazım kariyeri In Cold Blood ile gerçekten de son bulur: In Cold
Blood’un bu denli farklı tartışmalara zemin hazırlamasının nedenlerinden akla
ilk geleni, gerçeğe dayalı bu hikayenin dönemin sansasyon yaratan haberlerinden
biri olması olabilir. Capote’nin şöhret ve ün meraklısı kişiliği de göz önünde bulundurulduğunda,
insanin aklına ister istemez Capote’nin In Cold Blood'ı salt edebiyat aşkı ile değil,
aksine Amerikalıların tüketim tutkusunu ateşleyecek bir ürün ortaya çıkarmak
arzusuyla da yazmış olabileceği gelir.
Edebiyat veya genel tanımıyla sanat,
politik bir dışa vurum, bir duruş olabiliyorsa, üretilen bu nesnenin tercümesi
ve yorumunun da politik olması mümkün olabilir. Her iki karakter de farklı duruşları temsil
eder gibi görünseler de, ortada oldukça önemli bir benzerlik olduğunu unutmamak
gerekir: Her iki yazarda birbirlerini yargılamayı ve eleştirmeyi ayni
‘politik-doğrucu’ tavırla yapar. Burroughs Capote’yi, Capote ise Burroughs’u ve
bazı diğer Beat Kuşağı yazarlarını ötekileştirmekten ve yargılamaktan çekinmez.
Her ikisi de kendi doğrularına oldukça sadıktırlar bu açıdan. Bunun yani sıra
her iki yazar da neredeyse yasam engellidirler; mutsuz, içerleyen ve bunu kendi
çevrelerinde dile getirmekten çekinmeyen karakterler izlenimini yaratırlar. Her
ikisinin de hayatları yazmak üzerine kuruludur, dolayısıyla genel anlamda
birbirlerinin yasam biçimlerini tehdit eder konumdadırlar, her ikisi de düzen
bozucudur bu açıdan. Farklı bağlamlarda olsa dahi, bugün tarih de bazı
açılardan tekerrür eder nitelikte. Dün onlar birbirlerini yargılayıp, infaz
etmeye can atarken, bugün başka doğrucular da, onları ve onların okuyucularını
ötekileştirip yargılamak, onlar üzerinden kendilerini ve duruşlarını iyiden
iyiye pekiştirmek ve göstermek çabasında gibidir. Dünün ve bugünün doğrucularını
birbirinden ayıran şey ise bir tarafın mahkemeye gidebilecek istek ve güce
sahip olmasıdır belki de. Geçmişten bugüne yankılanmaya devam eden, ‘benim doğrum,
herkesin doğrusu olmalı’ mottosuna dayanan bu tutumun, bizlerin de hala saygı ve toleransa uzak olduğunun kanıtı olabilir.
XOXO The Mag
Eylül 2012
*Illüstrasyon: Güneş Engin
*Illüstrasyon: Güneş Engin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder