6 Kasım 2012 Salı

Mottolarla Yaşıyoruz

Mottolarla Yaşıyoruz 
Benim Doğrum Herkesin Doğrusu Olmalı

Her şey 1966 yılında, altı kişilik Clutter ailesinin dört ferdinin oldukça kanlı bir cinayete kurban gitmesiyle başlar. Cinayet haberini gördüğünde çok etkilenen Truman Capote, yanına arkadaşı Harper Lee’yi - Bülbülü Öldürmek kitabinin yazarı- de alarak Kansas’a doğru yola çıkar. Bu yolculuğun meyvesi ise yaklaşık altı yıl sonra, 1966 yılında kitaplaştırılarak, In Cold Blood (Soğukkanlılıkla) adıyla yayımlanır. Kitabin o dönemde yeni sayılabilecek bir türün tanınmasına ve kabul görmesine ön ayak olması, yer yer sert eleştirilerin kurbanı olmasını engelleyemez. Kimilerine göre Capote’nin yazarlık kariyerinin bitişinin kanıtı mahiyetindedir kitap. Kimilerine göre ise yazarlık ve Capote çok uzaktır birbirinden. Benzer eleştirilerin arasında en dikkat çekici olanı, Capote’nin çağdaşı William S. Burroughs’dan gelir. Yazarın Capote’ye yazdığın mektubun tonu ilk birkaç satırdan sonra neredeyse ölümcüldür. Serttir; tavrı, durusu oldukça nettir ve son derece kabadır. Burroughs’a göre Capote, kariyerinin başlarında gelecek vaat eder aslında ama In Cold Blood ile kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve Capote vasatlığını gözler önüne sermiştir. Burroughs bununla da yetinmez, kitabi okunamayacak kadar sıkıcı olarak tanımlarken, yazarı Amerika’yı bir polis devletine dönüştürmek isteyenlerin hizmetkârı ve bir apolojist olmakla itham eder. 

Peki, ne olmuştur da Burroughs başka bir yazara böylesine acımasız bir mektup yazmak ihtiyacını duymuştur? Tanışmalarından önce Burroughs’a bir dostu, Capote’nin oldukça güzel bir adam olduğunu söyler, ancak Burroughs Capote’den hiç etkilenmez. İki yazar arasındaki sürtüşme, Capote’nin şöhrete kavuşmasından ve özellikle 1959 yılında Open End isimli talk show programında Beat kuşağı yazarlarını ve Jack Kerouac’i hedef alan açıklamalarıyla alevlenir. Capote, Kerouac’in ve Beat Kuşağı yazarlarının birer ‘daktilocudan’ öteye gidemediklerini söyler. Bu iki yazarın karakterleri taban tabana zıttır neredeye; Capote şöhrete aşık bir yazardır. Burroughs, 1960 Amerika’sının yazarlarının özel hayatlarını didik didik eden bu paparazzi tavrından uzak durmayı ve tabir-i caizse özgürce koşmayı seçer. Capote hayatini gözler önünde yaşamaktan zevk aldığını açık açık söylemekten çekinmez. Zaman zaman yaptığı mütevazılıktan yoksun açıklamaları ile Burroughs ve bazı yazarlarla arasının iyiden iyiye açılmasına sebep olur. Peki, Burroughs Capote ile ilgili düşündüklerinde biraz da olsun hakli olabilir mi?

Capote, kurgusal olmayan ve gerçeğe dayalı roman türünün tanınmasına vesile olmuştur ancak türün ilk örneğini yazdığını iddia etmekten çekinmez ve İngiliz yazar Denton Welch’ten esinlendiği söylentilerini tamamen görmezden gelmeyi seçer. Burroughs’un Capote’ye mektubunda, “aslında sana ait olmayan bir yeteneği satmayı seçmiş olman […]” cümlesi de tam  bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Tüm bunlara rağmen Capote, dönemin popüler edebiyat ve sanat çevrelerine dahil olmayı başarır. Kerouac, Burroughs ve Allen Ginsberg arasındaki mektuplaşmalarda Kerouac’ın ve Burroughs’un bu duruma içerledikleri dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Kimilerine göre, Burroughs’un lanetine uğrayan Capote’nin yazım kariyeri In Cold Blood ile gerçekten de son bulur: In Cold Blood’un bu denli farklı tartışmalara zemin hazırlamasının nedenlerinden akla ilk geleni, gerçeğe dayalı bu hikayenin dönemin sansasyon yaratan haberlerinden biri olması olabilir. Capote’nin şöhret ve ün meraklısı kişiliği de göz önünde bulundurulduğunda, insanin aklına ister istemez Capote’nin In Cold Blood'ı salt edebiyat aşkı ile değil, aksine Amerikalıların tüketim tutkusunu ateşleyecek bir ürün ortaya çıkarmak arzusuyla da yazmış olabileceği gelir. 

Edebiyat veya genel tanımıyla sanat, politik bir dışa vurum, bir duruş olabiliyorsa, üretilen bu nesnenin tercümesi ve yorumunun da politik olması mümkün olabilir.  Her iki karakter de farklı duruşları temsil eder gibi görünseler de, ortada oldukça önemli bir benzerlik olduğunu unutmamak gerekir: Her iki yazarda birbirlerini yargılamayı ve eleştirmeyi ayni ‘politik-doğrucu’ tavırla yapar. Burroughs Capote’yi, Capote ise Burroughs’u ve bazı diğer Beat Kuşağı yazarlarını ötekileştirmekten ve yargılamaktan çekinmez. Her ikisi de kendi doğrularına oldukça sadıktırlar bu açıdan. Bunun yani sıra her iki yazar da neredeyse yasam engellidirler; mutsuz, içerleyen ve bunu kendi çevrelerinde dile getirmekten çekinmeyen karakterler izlenimini yaratırlar. Her ikisinin de hayatları yazmak üzerine kuruludur, dolayısıyla genel anlamda birbirlerinin yasam biçimlerini tehdit eder konumdadırlar, her ikisi de düzen bozucudur bu açıdan. Farklı bağlamlarda olsa dahi, bugün tarih de bazı açılardan tekerrür eder nitelikte. Dün onlar birbirlerini yargılayıp, infaz etmeye can atarken, bugün başka doğrucular da, onları ve onların okuyucularını ötekileştirip yargılamak, onlar üzerinden kendilerini ve duruşlarını iyiden iyiye pekiştirmek ve göstermek çabasında gibidir. Dünün ve bugünün doğrucularını birbirinden ayıran şey ise bir tarafın mahkemeye gidebilecek istek ve güce sahip olmasıdır belki de. Geçmişten bugüne yankılanmaya devam eden, ‘benim doğrum, herkesin doğrusu olmalı’ mottosuna dayanan bu tutumun, bizlerin de hala saygı ve toleransa uzak olduğunun kanıtı olabilir.



XOXO The Mag

Eylül 2012


*Illüstrasyon: Güneş Engin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder